"Balkabağını enine kesip üst kısmını şapka alt kısmını popo desteği yapan insan çeşitleri, neredesiniz be-hey?" yazmış defterimin kenarına Kerem. Ne zaman yazmış bilmiyorum. Mürekkebin kağıt üzerinde duruşundaki atalete bakılırsa en az 2 hafta olmuş olmalı. Bulunduğu yerden sıkılıp sönükleşen mürekkepleri seviyorum. Kerem'i sevmiyorum. Yaşanılan her şeyden anlatılacak bir şey çıkardığı için sevmiyorum bazen. Balkababağı gibi aslında hayatımızın çok da içinde olmayan şeylerle defterimi kirletmesi mesela, küçük çapta bir terör eylemi değil de ne? Halbuki onu ilk, beraber yaşanılan saatleri başkalarına bu denli güzel anlatabildiği için sevmiştim. İpler eski evdeki o olayla kopmuştu aslında ama Kerem bu yeni eve aklı estikçe geliyor bazen elinde küçük ve detaylı desenlendirilmiş bir tabure bazense fransızca bir müzik dergisi.
2 sene önce. 156 metrekarelik evde beraber yaşıyoruz. Salonun sol penceresinin yarısından deniz diğer yarısından kir görünüyor. Mutfak apartman boşluğu ve gökyüzüne aynı anda bakabiliyor. Banyo tüm arkaikliğine rağmen fayanslara kalıcı mürekkepli kalemle yazdığınız her şeyi kaldırabiliyor. Klozetin karşısındaki Ayla'nın yazısını yeni kiracıların bile silmemiş olduğunu duydum.
"Kaka yapmak götünüze giren bir şeyin çıktığı andır. Hem de o şey götünüze ağzınızdan girmiştir. Daha ne istiyorsunuz? Değerli sıçışlar, Ayla"
Antreden salona geçerken o evde uğursuz bir parke pürüzü vardır ki her gün bir kere takılıp salona irkilerek ve bir kas burkulmasıyla girmemek imkansızdır. Kerem hep benden önce kalkmış olurdu ve salondaki yeşil koltuğa oturur, elinde fotoğraf makinası, beklemeye koyulurdu. İlk girdiğim an terliğimin ahşap çıkıntısına sürtünme ve ciğerlerimin düşme korkusuyla hızlı nefes verme sesine bir de deklanşör sesi eşlik ederdi. Bu hiç değişmedi. Kerem hep o burkulmaların fotoğraflarını çekti; salonun duvarını dağınık saçlı, hareketli -ve bu yüzden buğulu- düşme hallerimle süsledi. Hepsi birbirine benzeyen bu fotoğraflarla eve gelen konuklara "7 farkı bulun" oynatırdı. Salonun girişindeki olağan parke pürüzünün bir insana böyle bir aktivite tasarlatmasına şaşırmak Kerem'i tanıyınca mümkün olmuyordu. Bir gece önce ortak bir arkadaşımızın şarkı söylediği izbe müzik mekanına gitmişiz, her taraf o kadar sigara dumanı ki gözlerimizden yaşlar geliyor istemsizce. Kerem benim masa üzerimdeki ellerimin fotoğraflarını çekiyor ve sürekli buyuruyor "orta parmak biraz daha havaya, baş parmağına hafif bir kavis ver" diye. Böyle anlarda makinasını suratına yamamak istiyorum ama o akşam içim o kadar rendeleniyor ki, istediklerini karşı gelmeden yapıyorum. Bir süre sonra boğazımdaki o ağladığımda oluşan yanmayı hissediyorum ve o sırada Kerem'in göz yaşlarının sigara dumanınından benimkilerin ağlamaktan olduğunu anlıyorum. Kerem kamerayı yukarı kaldırıyor kızarmış gözlerimin ıslak fotoğraflarını çekiyor. Altına "Sigara içmek ağlatır" yazıp kapıya asacakmış. Bira bardağı altıklarından birini alıp objektifini kapatıyorum.
"Çekme".
Gülümsüyor ve elimi bileğimden kavrayıp objektifi açarak bira altılığı tutan elimin fotoğrafını çekiyor. Diğer elimle kapatıyorum objektifi.
"Çekme".
İki elimi de savurarak geriye çekiliyor o tuhaf halimin fotoğrafını çekiyor. "Bunun adını da 'çekme' koyacağım" diyor deklanşöre basarken. Konser bitene kadar konuşmuyoruz. Kerem hala sigara dumanından ben hala içimdeki rendelenme hissinden, ağlamaya devam. Eve döndüğümüzde tek kelime etmeden uyuyorum. Sabah kalkıyorum, salona girerken yine ayağımı kaltakça yakalıyor parke ve önce tavanı sonra duvarı sonra da yeri görüyorum. Tavana bakarken mi yoksa duvara mı yoksa yere düşmüşken mi bilmem ama bir deklanşör sesi duyuyorum. Kafamı kaldırıp parmak arası terliklerin içinde inip kalkan iki başparmağı görüyorum... O gün kahvaltıyı dışarıda yapıyoruz, ben Kerem'i hayatımdan çıkarmak için kahvaltıyı dışarıda yapmaktan daha iyi bir yol göremiyorum çünkü o esnada. Kahvaltının ortasında biten sigara ve biten gazete yüzünden Kerem kalkıyor yakınlarda bir yerlerden ikisine de takviye yapacağını söylererek... "Çok sürmez, 5 dakika". Kahveden son yudumu alıp koşar adım eve dönüyorum, salon duvarındaki fotoğraflarımı söküp Ayla'ya gidiyorum, bir haftalığına, şimdiki eve geçmeden önce.
Bir yıl boyunca Kerem beni hiç aramadı. Sonra bir gün yeni eve elinde 1 sene öncesinden bir günün gazetesi ve içinden sadece iki tane içilmiş bir sigara pakediyle geldi. "Çok bekletmedim umarım" diyerek salonda kendine bir koltuk seçti. Hep oraya oturdu.
İşte bu pazar sabahı bu sabah pazarına uyandığımda Kerem'in notunu görünce içimden Kerem'i çalışma masasının kenarındaki bir biblo gibi itmek, yere düşmeden tutmak onu hayatımdan çıkarmak ve hayatıma geri sokmak geldi. En son çektiği düşüş fotoğrafımı atamayıp sıkıştırmıştım çekmecelerin birine. Onu buldum, tekrar baktım, belimin kavisi, saçlarımın dağınıklığı, pijamamın yorgun duruşu derken nedense arkasını çevirdim, Kerem'in el yazısıyla
"İç Rendesi"
yazıyordu.
Mürekkebe baktım, Fotoğraf kartının o etli dokusundan olsa gerek mürekkeple aralarındaki ilişkiyi çözemedim. Dün de yazmış olabilirdi, fotoğrafı çektiği gün de.
No comments:
Post a Comment